Biliyorum, uzun süredir iyi bir baba olamadım. Olmadı. Tekrar bir boşluğa düştüm, ama bu kez boşluktan çıkmak istemedim. Çıkacak gücüm olmadığından değil, çıkmak istemediğimden. Niye çıkacaktım ki? Ayakta kalmaya çalışmak, bir günden diğerine yaşamak için mi? Ama biz zaten öyle yaşıyorduk yıllardır, dünya saçmasapan bir virüs yüzünden bizim gibi yaşamaya başlamadan. Rutinimiz buydu, her şeyden sakınmamız gerekiyordu; geleceğin bizler için neler planladığını bilmek gibi bir lüksümüz yoktu. Yoruldum çok, bu şekilde yasamak istemiyorum artık. Mücadele etmek, savaşmak? Ayakta kalmamı, türlü güçlükle başa çıkmamı sağlayan bu oldu hep. Sen herkesten iyi bilirsin bunu, çünkü sen de bir savaşçıydın. Annen de ben de inatçıydık ama sen ikimizin toplamından daha inatçıydın. Maalesef bundan da yoruldum artık. Doğal olanla ya da insan doğasıyla savaşmanın, bu savaşı kazanmanın bir yolu yok. Kanseri yenemedim; vücudunu kemiren tümörlerden farksız çirkinliği, kötülüğü de yenemeyeceğim. Çaresizlik değil bu; sonuçta çaresizlik de bir duygu, iç karartıcı da olsa. Ben hiçbir şey hissetmiyorum. Hissizlik, umursamazlık, bıkkınlık.
İşte tam da bu yüzden seni hayalkırıklıiğına uğrattığımı düşünüyorum. Son zamanlarda sık sık annenle cenaze töreninden önce yaptığımız bir yazışma geliyor aklıma. İşyerinden tanıdığım iki kişi cenazeye katılmak istiyorlardı; bense oradan kimsenin yüzünü görmek istemiyordum. Annen bana “gelmek istemeleri önemsediklerini, umursadıklarını gösteriyor; ben o günün sevgi, umut, açık kafalı ve affedici olmakla anımsanmasını istiyorum, çünkü onun mirası bu”. Kendimden utanmıştım bu satırları okuyunca. Asla annen kadar hoşgörülü ve sevgi dolu olamayacağımı düşünmüştüm. Haklıydı. Sen sevginin vücut bulmuş haliydin. Her zaman mutlu, her zaman gülümseyen, hayatın karşına çıkardığı türlü kötülükle dalga geçebilen. Denemeye karar verdim o gün. Annen kadar hoşgörülü olmayı, içimdeki öfkeyi sabırla bastırmayı, nefreti sakin bir bilgelikle karşılamayı denemeye. Umudumu hiç yitirmemeye.
Ama kendini yenilmez sanan baban bile başa çıkamıyor artık bunca kötülükle oğlum benim. Bunu anlamam için yarım asır geçmesi gerekti ama sonunda anladım. Sevgiyle nefreti yenmek diye bir şey yok. Yani başaramadım; mirasını (içimde) koruyamadım. Sevdiklerim var ama sevgi dolu değilim. Çok üzgünüm. Seni hayalkırıklığına uğrattığım için gerçekten çok üzgünüm.
Merak etme, bir yere gittiğim yok. Seni hala her şeyden çok seviyorum, hayattan, yaşamaktan bile çok seviyorum. Her gece yatağın bir tarafında yatıyorum hala, yanımda, duvar tarafında (düşme diye) senin yattığını hayal ederek. Aylardır resimlerine bakamadım ama bakacağım bu gece. Annenin günlüğünü okuyacağım. Doğum günümü Barselona’ya son gelişimizde gittiğimiz plajda, seninle geçireceğim. Hava biraz serin ama senin için çok fark edeceğini sanmıyorum. Santa Monica plajında Kasım ortasında okyanusa girmiştin, hatırlıyor musun? Battaniyeye sarılmış tir tir titrerken bunun birlikte geçireceğimiz son doğum günüm olduğunu bilmiyorduk ikimiz de.
Kendimi affettirebilecek miyim, bilmiyorum ama hala yapmak istediğim birkaç şey var. İlk fırsatta gelip seni ziyaret edeceğim. Seni hala sevenler için hikayeni yazmayı bitireceğim. Filmi çekeceğiz. Şimdilik bu kadar. Söz verdim mi tutarım, biliyorsun, o yüzden başka söz vermeyeceğim.
Yarın lütfen gel ve bana sarıl, olur mu?