Bütün dünya kanser olsa

44 gündür karantinadayım. Süpermarkete gitmek ve çöp atmak dışında evden çıkmıyorum. İstesem de çıkamam. Yasak. 

Aslında karantinaya alışığım. Kanserli bir çocukla yaşadım dört sene boyunca. Bakterilerden, virüslerden saklanmayı biliyorum. “Sosyal mesafe” terimi icat edilmeden önce insanlardan uzak durmayı öğrenmiştim.

Basit bir enfeksiyonun bağışıklık sistemi çökmüş bir vücuda neler yapabileceğini görmüştüm. İki kez yoğun bakım. Bir kez koma. 65 yaş üzeri değildi. Kronik solunum yolu rahatsızlığı yoktu. Yine de oksijen takviyesi gerekmişti. Oksijen maskesinden nefret ediyordu. O yüzden yüzüne takamıyor, yastığa, başının yanına koyuyorduk. Tam etki etmiyordu tabii ama yapacak bir şey yoktu. Yüzüne takılan her şeyden nefret ediyordu.

44 gündür Luca’yla ilgili tek satır yazmadım. İstesem yazarım. Yasak değil. 

En son doğum gününde yazmıştım. Normal şartlar altında yazmam gerekmeyecekti. İsveç’e onu ziyarete gidecektim. Biletimi almıştım. Erika ile buluşacak, ona çok sevdiği yeşil prenses kekinden götürecektik. Ama olmadı. Sınırlar kapatıldı; uçuşlar iptal edildi. Ona hiçbir zaman okumayacağını bildiğim bir mektup yazdım.

Bir daha yazamadım. Düşünemedim bile. Herkes gibi olan biteni anlamaya çalışmakla yetindim.

Günler günleri, haftalar haftaları kovalarken hafızamın beni korumaya çalıştığını, onu hatırlamama izin vermediğini fark ettim. Hatırlarsam derin bir karanlığın içine çekilecek, belki de oradan çıkamayacaktım. Bazen okuduğum kitaptaki bir cümle, seyrettiğim filmdeki bir sahne onu aklıma getirecek oluyor, yavaşça karanlığa doğru kaymaya başlıyordum. Karanlığın önünde bir bekçi gibi bekleyen hafızam hemen atılıyor ve beni geri çekiyordu. Renksiz, ışıltısız kendini tekrarlayan şimdiki zamana geri dönüyordum. 

Zamanla tek korkumun karanlığa sürüklenmek olmadığını fark ettim. Yeniden şimdiki zamana hapsolmuştum ama bu kez yalnız değildim. Tüm dünya şimdiki zamana sıkışmıştı. Geçmişi hatırlamak işe yaramıyor, gelecek belirsizliğini koruyordu. Herkes kanser olmuş, tedavi olmayı bekliyordu. Fazla ümitlenmek istemiyordu kimse. Bir sonraki adımı bilen yoktu. Ne doktorlar, ne siyasetçiler. 

 Yaşadıklarımızı paylaşmaya devam etmek istemedim değil. Belki öğrendiklerimiz birilerinin işine yarardı. Ne de olsa “hepimiz aynı gemideydik” artık. Ama kimsenin umurunda olmayacağımızı düşünüp vazgeçtim. Hem herkesin yas tuttuğu bir dönemde kendi yasımı göz önünde yaşamak istemiyordum. Utanıyordum. 

Bu utanç duygusuyla yüzleşmek, neden yasımı göz önünde yaşamak istediğimi anlamak kolay değil. Elisabeth Kübler-Ross’la birlikte yasın aşamaları üzerine çalışan Amerikalı psikolog David Kessler yeni kitabında “Yas, parmak izi gibidir. Herkes yası farklı şekillerde yaşar. Yine de ortak olan bir şey vardır, o da yasa tanıklık edilmesini istemektir” diyor. Yine de bu tanıklığa neden ihtiyaç duyduğumu tam bilmiyorum. 

Sanırım korkuyorum. Ya kimse onu hatırlamak istemezse? Ya herkes Luca’yı unutursa? 

Ben unutmayacağım. Erika unutmayacak. Onu tanıyanlar unutmayacak. Bir şekilde hayatlarına değdiği insanlar onu unutmayacak. Zaten unutsalar ne olur ki? Luca hatırlanmak için yaşamadı. Hatırlanmak için mücadele etmedi. Yaşamak için mücadele etti. Yaşamak istedi. Başaramadı. Yenildi. Yaşayamadı. 

Bense anısını canlı tutmaya çalışarak onu yaşatmaya çalışıyorum. Suni teneffüsle, makineye bağlı olarak. Bu yaşamak mı? Onun istediği yaşamak bu muydu? Yoksa benim bencilliğim mi? Onun anısını canlı tutarak kendimi yaşatmaya mı çalışıyorum? Kimliğimi onun hatırası üzerine mi kurdum? O silinirse ben de mi silineceğim? 

Belki. 

Kessler Avustralya’da tanıştığı, aborijinler (yerliler) üzerine çalışmalar yapan bir araştırmacıdan dinlediği bir hikayeyi naklediyor kitabında. Kuzeydeki köylerde yaşayan yerliler, köyde biri öldüğü gece evlerinden bir parça eşyayı evin dışına çıkarır, bahçelerine ya da yol kenarına bırakırlarmış. Ertesi sabah uyanan ve pencereden dışarı bakan ölünün yakınları sevdiklerinin kaybıyla her şeyin değiştiğini fark ederlermiş. Sadece kendileri için değil, tüm köy için. Bu, köyde yaşayanların ölümün bir anlamı olduğunu gösterme biçimiymiş. Yası paylaşma. Kaybı somutlaştırma.

İyi ama yüzbinlerin öldüğü, ölümün bir istatistiğe dönüştüğü bir dünyada kimin için yas tutacağız? Kaybı nasıl somutlaştıracağız? Evden bir eşya çıkarmak yetecek mi? Kaç eşya çıkarmamız gerekecek? Dışarı çıkamıyoruz ki, eşyayı nasıl çıkaracağız?

Bu sorulara verecek bir yanıtım yok. Kendi yasımı bile ertelediğim, ertelemek zorunda kaldığım bir dönemde başkalarının yasını nasıl paylaşabilirim, bilmiyorum. Ya da kendimi kandırıyorum. Başkalarının yası dediğim benim yasım. Ölmekten korkan benim. Unutulmak, metaforik anlamda ölmekten başka bir şey değil. 

O, korkmuyordu.

Leave a Reply

Fill in your details below or click an icon to log in:

WordPress.com Logo

You are commenting using your WordPress.com account. Log Out /  Change )

Facebook photo

You are commenting using your Facebook account. Log Out /  Change )

Connecting to %s