Hatırlamak

“Hatırlamak istiyorum” diyordum. Şimdi emin değilim. 

Evet, yaşadıklarımız üzerine düşünmek ve hikayemizi satırlara dökmeye çalışmak hafızamı tazeliyor, daha doğru bir ifadeyle saklandığı yerden çıkarıyor. Ama hafızamla her yüzleşmemde Luca’sız hayatımın ne kadar boş olduğunu fark ediyorum. Ve ne denli soğuk, ayaz.

Üstelik hafızam mutlu anları getirmiyor gözlerimin önüne. Gülüşünü, kokusunu katmıyor eksik hayatımın kuru akışına. Çektiği acıları getiriyor aklıma. Yaşıtları parkta özgürce koşturur, kaydıraktan kayarken hastane koridorlarında göğsündeki katetere bağlı serum makinesini çekiştirerek koşmaya çalışmasını hatırlatıyor örneğin. Vücuduna batırılan sayısız iğneyi, burnundan zorla sokulan düzinelerce tüpü, koluna, penisine takılan kateterleri, geçirdiği irili ufaklı onlarca operasyonu, uykusu olmadan yatırıldığı onca uykuyu. 

Teşhis için yapılan testleri saymazsak geçirdiği ilk operasyon göğsüne kateter yerleştirilmesiydi. Sürekli kemoterapi göreceği için kalıcı kateter zorunluydu. Her tedavi için katetere iğne takılması gerekiyordu. Zamanla alışacaktı ama başlangıçta iğne batırılırken – hemşireler ne kadar tecrübeli olursa olsun – canı yanıyordu. O yüzden Erika ile bir ödül mekanizması geliştirmiştik. İğne takıldıktan sonra bir lolipop ya da Kinder çikolata veriyorduk. Hemşireler de plastik bir kutuda saklanan minik hediyelerden seçmesine izin veriyorlardı. Bu sayede bir sürü küçük arabası ve dinozoru olmuştu. 

Kateter özgürlüğünü kaybetmesinin simgesiydi aynı zamanda. Kemoterapi ilaçlarının verilmesi saatler sürüyordu. Ayrıca kemoterapi gördüğü sürece dehidrasyona karşı serum verilmesi gerekiyordu ve serum tedavi boyunca, yani günlerce takılı kalıyordu. Gece gündüz. Enerjisi yerindeyken bisiklete binmek istediğinde bizim de serum makinesiyle birlikte aynı hızda peşinden koşmamız gerekiyordu, göğsündeki iğne çıkmasın diye. Elbette her zaman senkronize hareket etmek mümkün olmuyordu ve tüpler geriliyor, iğne göğsünü acıtıyordu. Bazen her şeye rağmen yerinden çıkıyordu ve yeni iğne takılması gerekiyordu. Yeniden acı-lolipop-Kinder-dinozor döngüsü.

Sebep olduğu bunca acı yetmiyormuş gibi, enfeksiyona da yol açıyordu göğsüne takılı kateter. Birinci kateter yüzünden iki kez hastalanmıştı. Önce bakterinin nereden geldiğini anlamayan doktorlar sonunda enfeksiyonun kökenini bulmuşlar, göğsündeki kateteri yine bir operasyonla çıkarmak zorunda kalmışlardı. 

Başka bir seferinde 24 saat boyunca idrar toplamak zorunda oldukları için penisine kateter takmışlardı. Henüz küçük olduğu ve bez taktığı için başka türlü idrar toplamak mümkün değildi (yıllar sonra, başka bir enfeksiyon yüzünden komaya girdiğinde de penise kateter takacaklardı).

Bir yetişkini bile rahatsız edecek bu kateter yüzünden Luca neredeyse gün boyu aralıksız ağlamıştı. Konuşmaya başlamadığı için bizlerle işaret diliyle anlaşıyordu. Sürekli iki bacağının arasına işaret ediyor, kateteri çıkarmamız için adeta yalvarıyordu. Erika ve ben dikkatini dağıtmak için elimizden ne gelirse yapıyorduk ama en ufak harekette canı yandığı için yine ağlıyor, yine yalvarıyordu. O acıyı içimizde hissediyorduk. Teşhis konduğu gün midemizi kemirmeye başlayan tırtıl olarak, bir yumru olarak, beynimizi delen bir burgu olarak. Çıkartıp atmak istiyorduk o kateteri ve Luca’yı alıp olabildiğince uzağa kaçmak. Hastaneden, doktorlardan, hemşirelerden, kanserden.

Kemoterapinin doğal sonucu olarak yemeden içmeden kesilmesi ise en acı olanıydı. En sevdiği yemekleri yapıyor, önüne koyuyorduk ama midesi bulandığı için bırakın yemeyi, görmek, kokusunu almak bile istemiyordu. Bazen, özellikle bulantıya karşı Aloxi verildiğinde, yiyecek gibi oluyor, sevdiği bir şey istiyordu – köfte, pilav, yumurta ya da tutkusu sushi. Büyük bir heyecan ve sevinçle hazırlıyor, önüne koyuyorduk. Bir lokma alıyordu, sonra o lokma ağzında büyüyor, büyüyordu. Ve midesine ulaşmadan tabağa geri tükürülüyordu. Günler günleri kovalıyor, kilolar birer birer eriyordu. Bacakları el bileklerimiz kadar inceliyordu. Biz de yiyemiyorduk. Boğazımızdan geçmiyordu. Onunla birlikte eriyorduk. 

Sonunda dayanamıyor, hem görüntüsünü, hem anlamını, hem işlevini sevmediğimiz burun tüpünün takılması için hastanenin yolunu tutuyorduk. O tüpün burun deliklerinden sokulup boğazından geçirilmesi, Luca’nın öğürtülerine karışan çığlıkları Engizisyon işkencelerinden farksızdı. İlerleyen yıllarda ağızdan alınan kemoterapi ilacı da kullanmak zorunda kalacağı (ve o ilacın iğrenç tadına tahammül edilemeyeceği) için burun tüpü yüzünün bir parçası haline gelecekti. Ona her baktığımızda bize kanseri hatırlatan. 

“Her şeyi yeniden yaşamaya hazırım. Yeter ki hatırlayayım.” diyordum. Şimdi emin değilim.

Leave a Reply

Fill in your details below or click an icon to log in:

WordPress.com Logo

You are commenting using your WordPress.com account. Log Out /  Change )

Facebook photo

You are commenting using your Facebook account. Log Out /  Change )

Connecting to %s